Beş Saniyelik Körlük
2 Nisan 2014, 50. Kütüphane Haftası… Yaklaşık 15 kişilik bir grup ve başımızda değerli hocamız. Son dersten çıktıktan sonra, adeta koşar adım tren garına gidiyoruz. Yetişemeyenler arkadan; daha yetişemeyenler, daha arkadan geliyorlar. Tatlı bir telaş ve yorgunluk hâkim havada. Öyle ki, otobüste karşılaştığım bir tanıdığı bile ilk anda çıkaramıyorum.
Son dakikasında yetiştiğimiz trene binince anlıyorum yorgunluğumu. Neyse ki yolculukları ve camdan dışarı bakıp düşünceler âlemine dalmayı öteden beri severim. Böyle olunca yolculuk da kısa sürüyor bana, arkadaşımın “Geldik, kalksana!” ikazıyla dünyaya dönüyorum.
Trenden indikten sonra bir süre etrafı gözlüyorum. Arkadaşlarım hocamızın peşinden gidiyorlar, diğer insanlarsa iş-güçleriyle meşguller… Tam bu sırada biriyle çarpışıyorum. Özür dilememe bile fırsat vermeden “Önüne baksana, kör müsün!” diyerek susturuyor beni. Halbuki o sırada ben yürümüyorum bile… Yine de arkasından özrümü dileyip gruba katılıyorum. Hep birlikte konferans mekanına ilerliyoruz.
Burası tarihi bir bina. Sadece bu sebep bile beni etkilemeye yetiyor. İçeri girince bir kütüphane olduğunu anlıyorum: Mersin İl Halk Kütüphanesi. Hep birlikte yukarı kata çıkıyoruz. Salon birçok öğrenci ve öğretmenle dolu. Kendimize yer bulma faslını geçtikten sonra, konuşmacıları tanımaya çalışıyorum. Lâkin birkaç dakika dinledikten sonra hevesim kaçıyor, dikkatim dağılıyor. İşte yine onlar; klasik, ezberlenmiş, kanıksanmış cümleler ve kağıttan okunarak sunulan demeçler… Aman ne güzel (!) Şükür ki burası bir kütüphane ve ben en kenarda, kitaplıkların yanındayım. Hem de en sevdiğim yazarların kitapları tam yanımda. Çaktırmadan bir kitap alıp incelemeye başlıyorum ki, arkadaşım beni dürtüyor. Kütüphane görevlisi karşıdan adeta yeni sildiği yerlere çamurlu ayakkabılarla basmışım ya da ziline basıp kaçmışım gibi, kötü kötü bakıyor. Hemen kitabı aldığım yere aynen bırakıyorum. Sonra istemeyerek de olsa o zevkli (!) konuşmalara yöneliyorum. Yani sadece göstermelik olarak…
Dakikalar böyle geçmek bilmezken, salona yeni bir konuşmacı geliyor. Ben “Bir kişi daha mı!” diye içimden geçirirken, bir yandan da onu seyrediyorum. Yerine geçerken ona birileri eşlik ediyor. Mikrofonunu, sandalyesini ayarlıyorlar. “Herhalde” diyorum içimden, “Herhalde üst düzey bir şahıs olmalı gelen.” Tüm bunlara rağmen yüzünde en ufak bir kibir yok, hayret! Birazdan konuşmaya başlıyor. Kendini tanıtıyor ilkin: Halis Kuralay… Bu ismi bir yerlerden duymuş olduğum hissi uyansa da içimde, hemen aklıma gelmiyor. O anlattıkça, daha çok dinlettiriyor kendini. Bir anda tüm dikkatim yeni gelen bu zatta toplanıyor. Hayat hikâyesini anlattıkça, anlıyorum. Anlattıkça çocuksu bir merak kaplıyor içimi…
Biraz daha taşlar oturdukça zihnimde, hüzünleniyorum, yüzüm düşüyor. “Tüm bunları başaran insan, yani karşımdaki… Karşımdaki insan görme engelli miydi?!” Aklımdan geçen fikirler de sendeliyordu benim gibi. Oysa ben onun oturmasından, konuşmasından, mimiklerinden hiç şüphe etmemiştim. Hele hele masalar arasında hiç takılmadan, ayağı aksamadan geçişleri… Adeta el yordamıyla bir dünya inşâ etmişti kendine. Bizim görür gözümüzle inşâ edemediğimiz, onun kapkara bir sahneyi azim boyalarıyla renklendirdiği bir dünya…
O konuştukça bende bir şeyler değişiyordu, fark ediyordum. Bu yüzden hiç susmasın diye dualar ediyordum içimden. Lâkin başlangıçta geçmek bilmeyen dakikalar, o geldikten sonra suya özenip akıp gitmişti. Belli etmemeye çalışsam da, hüzünlenmiştim. Hüznüm de çok sürmedi neyse ki. Hocamız programdan sonra biz üniversite öğrencileri için bir söyleşi talebinde bulunmuştu. O da tüm nezaketiyle kabul etmişti.
Bense bayram sabahı bayramlıklarını giymiş çocuklar gibi gülümsüyordum. Arkadaşlarım birçok soru yönelttiler Halis Bey’e. O da tüm samimiyetiyle ve cana yakınlığıyla yanıtlıyordu. Söz hakkı alan kişilerin ismini sorması ve bir müddet geçtikten sonra aynı kişi yine söz hakkı aldığında ona ismiyle hitap etmesi, beni daha da etkiledi. Herkes bir şeyler soruyordu. Bense onu dinlemek ve dersler çıkarmakla meşguldüm. O kadar güzel konuşuyordu ki, ona ne sorabilirdim… Ben onun nasıl yürüdüğüyle, pantolonlarını nasıl tek çizgi ütülediğiyle ilgilenmiyordum. Bunlar da bir başarıydı hiç şüphesiz. Ancak onun renklerden habersiz bir şekilde hayata başlayıp, bu kadar renkli bir hayata nasıl sahip olduğu konusu, bana daha çok hitap ediyordu. Ve tabii ki her olumsuzluğa karşı bitmeyen azmi… Bir süre herkesten habersiz gözlerimi kapattım. Onu öylece dinledim. Yaşadıklarını hissetmeye çalıştım. Bu inanılmaz bir deneyimdi.
Bize aktardığı onlarca olaydan, beni en çok bir tanesi etkilemişti. Halis Kuralay bir gün yolda tek başına gidiyordu. Aniden, koşarak bir genç yanına gelip koluna girmişti. O ilkin tanıdık birisi sanmıştı. Sonra koluna giren kişiye kim olduğunu sorduğunda, genç: “Size gideceğiniz yere kadar yardım edeyim.” demişti. Halis Kuralay gence olanca nezaketiyle “Peki nereye gidiyoruz?” diye sordu. Genç: “Nereye gidiyoruz sahiden?..” demişti. Bunun üzerine ikisi de gülmeye başlamıştı. Halis Kuralay o sıcak üslubuyla bunları anlattıktan sonra ekledi: “İnsanlar gözlerini beş saniye kapatıp bizi o şekilde anlamaya çalışıyorlar, oysa ben 45 yıllık tecrübeli bir görmeyenim.” Yine diyordu ki: “Gözlerim görseydi bu kadar başarılı olamazdım.”
İşte bu güzel insan, değerli şahsiyet o günden sonra benim için adeta azmin abidesi olmuştu. Konferans, söyleşi bitmişti. Lâkin onun sözleri hep benimle, kitapları kütüphanemde olacaktı. Program çıkışı hep birlikte fotoğraf çektirdik ve oradan ayrıldık. Trene binip dönüşe geçtiğimizde karanlık çökmüş, akşam olmuştu. Ben yine cam kenarında oturup düşünceler alemine dalmıştım. İçimden o günü değerlendiriyordum. Birden, trenden indiğimde yaşadığım olayı anımsadım. Bir süre o olayı ve Halis Kuralay’ın söylediklerini düşündüm. Sonra kanaat getirdim ki; önemli olan gözlerin kör olması değildi, fikirlerin kör olmasıydı…
Halis Kuralay'a ithâf ve teşekkürlerimle...
Sevde Güngör