İhtiyacım var, yazmak istiyorum

Ağustos ile Eylül’ün birleştiği gecede Kilyos’tayım evimde. Vakit yatsı vaktinin girişi ile sabah namazı vaktinin tam ortaları. Geceleyin yavaşlayan hayata, cırcır böcekleri acele etmeyen sesleriyle katılıyorlar. Tıpkı bir ninni gibi veya sadeliğiyle insanın ruhunu saran bir müzik eseri gibi. Bir tayyarenin dalgalanan sesiyle, köpek sesleri eşlik ediyor bu ahenge. Birkaç saat önce yaklaşan sonbaharın hüznü ile kurumuş yaprakları önüne katıp götüren rüzgâr dinlenmeye çekilmiş esmiyor. Gece bir harika. Becerebilsem bu anı bütün heybetiyle iliklerime kadar solumak ve geceyi aralayıp gelen sabah ezanına kadar yaşamak isterdim.

Saatler gitgide ilerliyor ve böylesine güzel bir gecede ben uyumak istemiyorum, yazmak istiyorum. Bildiğim yalnızca yazmak istediğim. Daktilomu kucağıma alıp düşünüyorum: Acaba ne yazmalıyım? Bu durumu minareyi çalmadan kılıf hazırlamaya benzetiyor, gülümsüyorum kendi kendime. Açıkça yazı yazmaya ihtiyacım vardı. İhtiyacı olana muhtaç dendiğine göre ben yazı yazmaya muhtaçtım. Yanlış duymadınız ben muhtaçtım, yazar değil.

Sonra düşündüm ki: Ben bir yazı yazsam, o yazıya tamam diyebilmem için, evvela benim tatmin olmam lazım. Yazdığım o yazıyı beğenmezsem, hiçbir yerde yayınlamam. Yayınlarsam benim gibi düşünen bir takım insanlar daha beğenir ve belki de derler ki: “Bu adam süper ya, harika bir yazı yazmış.” Hatta ben de bu yazıyı ne şartlar altında yazdığımı unutup bu iltifatınızı nefsimin hoşlandığı bir tarzda alır kabul eder, bir güzel de “estağfurullah” çekerim üstüne basa basa. Hâlbuki be adam senin bu yazıyı yazdığın vakit normal şartlarda yatma vaktindi. Söyler misin bana daktilonun başına sen ne yazacağını bilmeden oturduğunu ne çabuk unuttun? Yazı yazma ihtiyacını veren Rabbin, ilhamı veren Rabbin, güzelim geceyi ve içindekileri yaratan Rabbin, hatta seni yaratan Rabbin. Sen beynindeki sinir hücrelerinin sayısından habersizsin, ne hakla yazı yazmayı gurur vesilesi yapabilirsin? Üzerinde en kolay hak iddia edebileceğin kâğıt, ne aşamalardan geçtikten sonra sana geldi, daha doğrusu gönderildi. Peki ya daktilo! Tuşları, mürekkebi, şeridi… Ya parmakların, parmaklarının kasları, onlardaki basabilme kabiliyeti, onlara beyinden aldığı emirleri getiren sinir hücreleri…

Bu yazıyı yazmada sana düşen, ancak senin cüz-i iradeni yazma yönünde kullanman olabilir. İstesen kullanmayabilirdin.  Geri kalan her şeyi sahibine teslim et.

                Ağustos ile Eylül’ün birleştiği gecede Kilyos’tayım evimde. Vakit yatsı vaktinin girişi ile sabah namazı vaktinin tam ortaları. Geceleyin yavaşlayan hayata, cırcır böcekleri acele etmeyen sesleriyle katılıyorlar. Tıpkı bir ninni gibi veya sadeliğiyle insanın ruhunu saran bir müzik eseri gibi. Bir tayyarenin dalgalanan sesiyle, köpek sesleri eşlik ediyor bu ahenge. Birkaç saat önce yaklaşan sonbaharın hüznü ile kurumuş yaprakları önüne katıp götüren rüzgâr dinlenmeye çekilmiş esmiyor. Gece bir harika. Becerebilsem bu anı bütün heybetiyle iliklerime kadar solumak ve geceyi aralayıp gelen sabah ezanına kadar yaşamak istiyorum. Ama; bu tatlı arzum, ağırlaşan göz kapaklarıma direnemiyor. Başaramıyorum.