Zeliha ile Halis
Bir sonbahar başları, Beşiktaş’ta rastladığım küçük bir kızın adıydı Zeliha. Akşam vakti Serincebey’deki arkadaşlarımın evine yürürken Barbaros Bulvarı’ndaki üst geçide yakın bir yerde rastlamıştım Zeliha ve iki arkadaşına. On on bir yaşlarındaki bu üç kız tartıyorlardı. Üçünün de birer küçük tartısı vardı. Beni bastonumla görünce görmediğimi anlayıp yardımcı olmaya karar verdiler.
- Nereye gitmek istiyorsun ağabey?
- Şöyle halk pazarına doğru yürümek istiyorum canım.
- Gel ağabey biz seni götürelim, dedi onlardan biri heceleri biraz ağır söyleyerek.
Yürümeye başladık. Küçük kızlardan biri sağımda biri solumda “ağabey şimdi ineceğiz, şimdi kaldırım, aman dikkat ağabey” gibi uyarılarda bulunuyorlardı. Üçüncüsü arkamızdan geliyordu. İsimlerini sordum söylediler. Ben yalnız Zeliha’yı hatırlıyorum. Çünkü içlerinde en konuşkan oydu.
- Ne yapıyorsunuz burada? dedim.
- İnsanları tartıyoruz ağabey, kaç kilo olduklarını söylüyoruz.
- Peki, çok geliyorlar mı size tartılmak için?
- Bazen geliyorlar.
- Kaç paraya tartıyorsunuz?
- Ne verirlerse.
Bir taraftan yürüyor, bir taraftan konuşuyorduk. Zeliha birine yardım etmekten büyük haz duyuyordu belli ki. Bir ara biraz geriye çekilip arkadaki kıza, “Biz ağabeye yardım ediyoruz ya, çok sevap kazanıyoruz biliyor musun?” dedi. Belli ki bana acıyordu da.
Serencebey’in başına gelince, eve çok yaklaştığımızı, artık kendi başıma gidebileceğimi söyledim. Ben de onlara para yardımında bulunacaktım. Fakat bunu beni tarttıklarına karşılık olarak vermek istedim.
“71 kilo ağabey” dedi Zeliha tarttıktan sonra. Önce parayı almak istemediler. Para karşılığı yardımcı olmuş olmak istemiyorlardı. Gittiler.
Görmediği için yolunu zor bulacak birine acımışlardı. İlginçtir, yürürken ben de onlara acımıştım. Kaygılarımda haklı mıydım bilmiyorum ama acaba aileleri var mı? Varsa zor durumdalar mı? Yoksa birileri bu çocukları kullanıyor mu vs. türünden aklımdan bir çok soru geçti. Her ikimiz de birbirimize acıyorduk. Ben onun bir yönüne, o benim başka bir yönüme. Hayat bu değil mi zaten?
Ben simitçiden simit alır karnımı doyururum, simitçi benden para kazanır. Siz bir şairin şiirini okur mest olursunuz, o da yazarken mest olmuştur, sizin okuduğunuzu duyar bir kez daha mest olur.
Ekolojik denge de böyle değil midir? Hayvanlar gelir toprağı pisletir, o bitkilere gübre olur, bitkiler ondan yararlanıp hayatlarını sürdürür, sonra da belki o hayvanlara yem olurlar.
Çekim kuvveti bakımından dünya güneşe, güneş dünyaya muhtaç değil midir? İnsanlar oksijen alıp karbon dioksit üretirler, bitkiler karbon dioksit alıp kullanırlar sonra da oksijen yaparlar.
Öylesine enteresan yaratılmışız ki, birimizin fazla tarafı, diğerimizin ihtiyaçlı tarafının ilacı oluyor. Psikologlar dert dinlerler, onlar dertsizler midir? Onlar da gereğinde psikologlara giderler şüphesiz. Eski Amerikan körler federasyonu başkanına uzun yıllar hapse mahkum edilmiş biri, hapiste şöyle yazıyor: Kendimden çok daha zor durumda olan insanlara, görmeyenlere yardım etmek istiyorum. İstenirse, kasete kitap okuyabilirim.”. Halbuki görmeyenler de onun için “Uzun yıllar bir hücrede kalmak ne kadar acıdır kim bilir diye düşünürler.
Hayatın bu yönü insanlar arasında revaç bulmaz pek. Hayatın mücadele ve savaş olduğu yönü üzerinde durulur daha çok. Madalyonun birbirinin ihtiyacını giderme yönü çok yaygın olduğundan pek dikkat çekmez gibi geliyor. Said Nursi’nin “tesanüt” dediği şey bu olsa gerek. Hepimiz aslında sayısız ihtiyaçlar içerisindeyiz ve yine hepimiz birbirimizin sayısız ihtiyacının karşılanmasına vesile oluyoruz. Bazan birilerinin bize “Sana ihtiyacım var.” demesine ihtiyaç duyuyoruz. Sanki insanlar, toplumlar, gruplar, devletler, hep “Halis ile Zeliha” gibiler.
Halis Kuralay